Bu hafta bir sise uyandı yine Manisa… Geçen haftadan beri gelip yerleşen, inatçı bir sis… Ne vakit sis çökse bu şehre, canım sıkılır, keyfim kaçar.

Kötü bir şeyler olacağı duygusundan alıkoyamam kendimi. İspanyol yazar Unamuno’nun Sis adlı romanı kurcalayıp durur zihnimi. Yazarın “Hayat bir sistir” cümlesi kulağımda çınlar durur. O cümlenin olduğu bölüm şöyle:

“Ne büyük acılar, ne de büyük sevinçler öldürür insanları; bu yüzden bu acı ve sevinçler, küçük küçük değersiz şeylerden oluşmuş muazzam bir sisle sarılı gözükürler. Evet, işte hayat dediğin; bir sis olup olacağı! Hayat bir sistir.”

Hayat dediğin bir sis olup olacağı…

Ya yaşadığımız acılar… Yitip giden gencecik değerler…

Sis alıp gitti gibi hissediyorum Ferdi’yi, Gülşah’ı… Adlarıyla anıyorum onları, soyadlarına gerek duymadan, isimlerinin önüne sonuna ünvan koymadan; tüm Manisalılar gibi yani…

Çünkü biz Manisalılar için onlar bilindik siyasetçilerden değildir. Seçim kazandıktan sonra kaybolan, vatandaşla görüşmeyi kesen, sırça köşküne yerleşip ulaşılmaz olmaya çalışan politikacılardan değildirler.

‘Bizim Ferdi’ dir, ‘Bizim Gülşah’dır onlar. Manisalı öyle bilir onları.

O kadar bizdendirler ki, (‘bizdendiler’ bile diyemedim, hala yaşıyorlarmış gibi..) o yüzden sis alıp götürdü de, sanki döneceklermiş, hava açınca görevlerine devam edeceklermiş gibi hissediyorum.

Sait Faik bir öyküsünde şöyle diyor:

“Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor.”

Sevgili Ferdi başkan seçildikten sonra onu anlatan bir yazı yazmıştım ve başlığını Sait Faik’in öyküsüne atıfta bulunarak ‘Bir Şehri Sevmekle Başlar Her Şey’ koymuştum. Çünkü seçimi kazandığı gece bize şöyle seslenmişti:

“Ben sizleri çok sevdim. Hep sevdim. Manisamı çok sevdim. Sizler de beni sevdiniz. Allah bin defa razı olsun sizlerden.”

Ferdi’den sonra Gülşah kardeşimizi de kaybedince aynı sözler geldi aklıma.

O da şehrini, bizi çok sevdi.

Bu şehirde doğup büyümüş biri olarak zaman zaman düşünmüşümdür. Yazmıştım da bir ara:

“Bir şehri niye sever ki insan? Şehir sevilecek bir şey midir, yoksa sadece yaşanılacak bir yer mi? Yaşıyoruz diye sevmek zorunda mıyız; seviyoruz diye burada mı yaşamalıyız?

Bu sokaklar, bu birbirine paralel uzanan caddeler, şu yıllardır aynı yerde duran simitçi, şu adı birkaç yılda bir değişen ekmek fırını, şu hızla çoğalan banka şubeleri, para çekme makineleri, giderek artan korna sesleri, göz ve sinir yoran trafik ışıkları, yeniden yapılan kaldırımlar, yollar, köprülü kavşaklar, üst geçitler, otoparklar, yıkılıp yeniden yapılan parklar, bahçeler… Bunları mı seviyoruz?

Her yeni kondurulan fabrika için şehre salınan yeni servis araçları mı bizi bu kente bağlayan? Her gün daha çok trafik, her gün daha çok gürültü, her gün daha çok hoşgörüsüzlük, her yıl yeni süpermarketler, daha büyük daha büyük alışveriş merkezleri, yeni kafeler, akıllı tahtalı okullar, fiber optik yaşamlar…

Yoksa hepimiz mahallemizde ölüp giderken, hiç ölmeyen, ölmeyecek insanların burada yaşamış olması, bu şehri var etmiş olmasında mı işin sırrı?”

Bir şehri niye severiz bilmem, ama Ferdi ve Gülşah bize bir şehrin ‘nasıl’ sevileceğini gösterdi.

İnsanı kahreden de Sait Faik’in haklı çıkması. Bir insanı sevmekle başlıyor her şey ama ne yazık ki burada bir bitiş olmaya başladı sevmek…

Bugüne değin bu kadim şehre sayısız isim verildi.

Aigai dendi, Magnesia dendi, Saruhan dendi…

Tarım Kenti dendi, Sanayi Kenti dendi, Emekli Kenti dendi, Şehzadeler Şehri dendi…

Uykusu Derin Şehir dendi; şiirlerde, romanlarda yer aldı.

Tarzan’ın şehri, Hafsa Sultan’ın şifa bulduğu yer diye bilindi.

Şehzade Mehmet’in çocukluğunu, ilk gençliğini geçirdiği, Fatih olmadan önce yaşadığı yer olarak ünlendi.

Beş yüz yıl boyunca Sultan Camii’nin kubbesinden, minarelerinden atılan şifalı Mesir Macunu’yla tanındı.

Dağlarından yağ, ovalarından bal akan şehirdi Manisa.

Spil’in bir aile büyüğü gibi koruyup kolladığı, heybetli gövdesini ve serin gölgesini eksik etmediği insanların yaşadığı bir kent oldu hep Manisa.

Aigai’den Filedelfiya’ya, Niobe’den Sardes’e uzanan bir antik dönem haritasının içinde yaşadık hep.

Ahmet Bedevi’nin, Merkez Efendi’nin, Saruhan Bey’in, Osmanlı şehzadelerinin karınlarının doyduğu, karın doyurdukları memleket oldu burası.

Bahri Sarıtepe’nin, Müftü Âlim Efendi’nin, Çarıklı Muhittin’in, Kara Fatma’nın, Yarbay Akif Bey’in, Bezmi Nusret Bey’in ve tüm o dönem yaşayanların canları pahasına kurtuluş mücadelesi verdikleri Bağımsızlık Şehri’dir Manisa…

1922’de toprağın üstündeki neredeyse her şeyin yanıp kül olduğu Manisa Yangını’nda binlerce insanın hayatını kaybettiği bir yangın yeriydi.

2014 Soma Faciası’nda 301 madencinin toprağın altında nefessiz kaldığı bir mahşer yeri…

Binlerce yıl geçmişi olan bu şehirde sayısız insanı ebediyete uğurladı Manisalılar. Uğurlamaya da devam edeceğiz. Uğurlanmaya da…

Binlerce yılda isimsiz ya da adı tarihe geçmiş sayısız insan uğurlandı bu şehirden. Bunca birbirinden değerli insanın yanına bu sene iki kardeşimizi gönderdik.

Ben babamı üç yaşımda kaybettiğimde öğrendim sevdiklerimizin ölünce melek olduğunu.

Ferdi ve Gülşah’ın da gidişiyle birlikte, bu şehir benim nazarımda Melekler Şehri’dir artık…

Ruhları şad olsun..