Engin Topuz Manisa’da yaşayan, Manisa’yı yaşayan bir yazar olarak kaleme aldığı eserlerinde kentin kıyısında köşesinde kalmış hepimizden bir iz barındıran öyküleri ile karşımıza çıkıyor. Bir Haziran Sabahı romanını okurken kenti iliklerinizde hissediyorsunuz. Anılarımız, yalnızlıklarımız, aşklarımız, acılarımız, mutluluklarımız… Sokaklarında bin bir duyguyla yürüdüğümüz kentin öyküsü defalarca her birimizce yeniden yazılıyor.
“Bu anın bir roman başlangıcı olmasını isterdim.” cümleniz ile başlayalım. Bazen bende de oluyor bu his; çok okumaktan, kitapların içinde yaşamayı sevdiğimden midir? Bilmiyorum… Hayatın içinde bir fotoğraf karesini yakalar gibi bir his bu. İlk defa ne zaman söylediniz bu cümleyi?
Yazar deneyimlerini okumayı seviyorum. Stephen King’in “Yazma Sanatı” kitabında yazma deneyimlerini okuyucusuyla paylaşırken zihninde bir görüntü oluştuğunu ve bu görüntünün zaman içerisinde halka halka genişleyerek hikayeye dönüştüğünü yazmıştır. Albert Camus ile ilgili okuduğum bir yazıda Camus’un okulda girdiği bir sınavda annesinin onu bekleyişinden söz ediyordu. Okurken gözümün önünde bir sınav bekleyişi görüntüsü belirdi. Bir ışık yandı ve bir görüntü geldi: Bankta oturan ve yüzü okula dönük bir kadın, çocuğunun sınavdan çıkmasını bekliyor. Bu görüntü beni terk etmedi. Zaman içerisinde halka halka ilerledi: Nerede bekliyor? Kaç yaşında? O hikaye zihnimde gelişti ve o zaman işte kendi kendime “Bu görüntü bir roman başlangıcı!” dedim. Romanlarımın sinematografik bir yapısı var. Görüntüleri, sahneleri yazıyorum. Bir Haziran Sabahı, bir dar zaman romanındır. Hikaye üç saatlik bir zaman diliminde geçer. Dar zaman ve az mekan olan romanları beğeniyorum. Okur olarak neyi seviyorsam onu yazıyorum. Tanpınar’dan bir alıntı olan “ Bizim memlekette aranan kaybolur. Şark oturup beklemenin yeridir. Biraz sabırla her şey ayağınıza gelir.” cümlelerini kullandım. Bu romanı kurgulama aşaması yazmadan önceki hazırlık aşaması zihnimde uzun sürdü. Özel olarak bu alıntıyı aramadım ama o kadar anlattığımla örtüşüyor ki ilk olarak o aklıma geldi. Çünkü gerçekten bu kitapta parkta üç saat kadar oturan bir kadının her şey ayağına geliyor: Geçmişi, eski aşkı, arkadaşları…
Okurken düşünüyor insan… Oturup beklesek bu kadar çok şey gelir mi ayağımıza?
Biz aslında Sevgi’nin zihnine konuk oluyoruz. Yani zihnine yerleşiyoruz ve oradan bakıyoruz. Bir de ayrıca iç ses var. Dolayısıyla böyle bir hikaye ancak Manisa gibi bir şehirde olabilirdi. Çünkü otuz yıl kadar önce Manisa’da düz lise olarak sadece tek bir lise vardı. Şehrin gençlerinin geneli bu liseye gidiyordu. Hatta o yüzden “Manisa Lisesi” demez, lise derdik sadece. Benim kuşağımdaki birçok insan Manisa Lisesi’nden mezun olmuştur. Hikayemiz bir metropolde geçse bu kadar insan otuz yıl sonra aynı yerde, okulun bahçesinde nasıl denk gelecek? diyebiliriz. Ancak Manisa gibi bir şehirde bu karşılaşmalar mümkündür.
Kentimizde roman karakterleriniz ile karşılaşmamız mümkün mü?
Şehrin şairi özelinde karakter yapısından söz edebiliriz. Romanlarımda gerçek hayatta tanıdığım insanları tipoloji olarak alıyorum. Mesela Şeyma’yı alıyorum fakat onu yazarken istediğim gibi değiştiriyorum. Örneğin saçının rengini değiştiriyorum. Bazen de aynen alıyorum. Bunu neden yapıyorum? Bu yazarken kolaylık sağlıyor. Çünkü karakteri görebiliyorum. Yani Şeyma tipolojisinde biri ama Şeyma değil aslında. Sonra Yusuf Atılgan’ın da böyle yazdığını öğrenince “Doğru bir iş yapıyormuşum” dedim. Yusuf Atılgan da karakterlerini gerçek hayattan alıyormuş. Şehrin şairi karakterini de böyle oluşturdum. Doğrudan hiç değiştirmeden romana koydum. Şehrin şairi, Manisa’da pek çok kişi tarafından bilinen sevilen bir arkadaşımız. Ama onun adını vermeyelim, tanıyanlar bilsin onu. Çünkü o arkadaşım, tipoloji olarak tam bir roman karakteridir. Sen de tanıdığın için bilirsin.
Evet, gözümde canlandı şu sahne, çok tanıdık: Sevgi ile konuşurken bir anda dalması, şiir mırıldanması…
Tanıdığın için direkt geldi gözünün önüne. Hatta karakterin adını verirken de bir selam gönderdim. Gerçek adını değil ama onun için önemli bir insanın adını verdim. Aslına bakarsan romanda gerçek hayattan tip olarak bir o bir de kızı var. Romanda ismi geçen 28 karakter var. Kimileri görünmüyor hiç. Bunlardan 8-10 tanesi doğrudan karşımıza çıkan sahne alan karakterlerdir. Bunların içerisinde doğrudan gerçek hayattan olan karakter yoktur.
Ben de şunu merak ediyorum: Sevgi karakterinin gerçeklik payı var mı? Kurgusal mı?
Sevgi de tamamen kurgusal bir karakter ama az önce Şeyma başlığında örneklediğim olay orada da var. Lise arkadaşlarımdan birisini gözümün önüne getirdim ve onun tipini roman için şekillendirdim. Onun zihnine yerleşmeye çalıştım. Bir erkek yazar olarak çok zor bir deneyimdi kadının zihninden anlatmak. O yüzden romanda iki anlatıcı var: Biri kadın anlatıcı Sevgi, diğeri ise tanrı anlatıcıdır.
Bir erkek yazar olarak kadının zihnine yerleşmek, kadın anlatıcı olmak nasıl hissettirdi?
Çok farklı bir deneyimdi benim için çünkü ilk iki romanımda da ana karakter erkekti ve birinci tekil şahıs ile anlatılıyordu. Burada karakterin kadın olmasını özellikle önemsedim ve istedim. Çünkü benim yaşamımdan da çok izler var. Kadın karakter aslında benimle aynı yaştadır. Hikaye 2021 yılında büyük salgın zamanında geçiyor. Sevgi’nin zihninde ise otuz yıl önceye 1991 yılına gidiyoruz. Bir kadın zihnine yerleşmeyi, kadın gözünden bakabilmeyi deneyimlemek istedim. Çünkü ben bir okur olarak da böyle şeyleri ilginç bulurum. Bir erkek yazarın kadın kimliğinde, kadın yazarın erkek kimliğinde yazması bana ilginç gelir. İkinci olarak yazarken kendimi özgürleştirmek istedim. Şöyle ki benim kendi hayatımdan da izler taşımaktaydı. Burası benim şehrim, doğduğum büyüdüğüm şehir… Kitaptaki lise benim okuduğum lise, kitaptaki öğretmenlerin bazıları benim öğretmenlerimdir. Dolayısıyla otobiyografi gibi olmaması için kendimi bir yazar olarak olabildiğince hikayenin merkezinden alıp karakteri bir kadın olarak kurguladım. Böylece kendimi daha rahat soyutlayabildim.
Peki sizce tiyatroda role girmek gibi bir kadının zihnine gidebildiniz mi duyusal olarak?
Evet. Kesinlikle tiyatroda sahne de aldığım için geçmişte aynı duyguları hissettim. Benim için heyecan vericiydi. Bir kadının zihnine girip onun kelimeleriyle düşünebilmek, onun düşüncelerini kelimeye dökebilmek… Onun bakışıyla etrafa bakmak, onu ifade edebilmek… Hissettim onu.
Roman karakterimiz Sevgi gibi yıllardır yazmak isteyen fakat hiç harekete geçmeyen okurlarımıza bir ufuk olsun diye soralım: Nasıl başladınız yazmaya? Sizi harekete geçiren neydi? Sizin ifadeniz ile içinizde bu roman nasıl filizlendi?
Bizim çocukluğumuzda dünya çok büyüktü. Nasıl yazacağınız, yazdıklarınızı okura nasıl ulaştıracağınız bir sorundu. Yazarlar da ayrı bir dünyanın insanlarıydı. Şimdi her şey çok daha yakın ve insanlar kendilerini yazarak her mecrada ifade edebiliyorlar. Ortaokulda bir öykü yazmıştım. Lise yıllarımda hemen hemen her liseli gibi şiirler yazmıştım. Gençlikte yazılmış edebi olmayan coşkulu şiirler… Sonra düz yazıya yöneldim. Edebi anlamda eserleri ortaya koyduğum yaş için geç bir yaş diyebiliriz. Yazmak cesaret istiyor. Cesaret gelmesi de zaman alıyor. Ben hep çok okuyan bir insandım. Okudukça insan kendisini cahil hissediyor. Şöyle bir paradoksun içindeyim: Okudukça okuyacağım kitaplar artıyor. Bu durum aynı şekilde yazma konusunda var: Yazabilir miyim? Yazarsam güzel olur mu? Bir kendine güven problemi… Temelde ben de birçok yazar gibi kendim için yazıyorum ama yazdıktan sonra da insanlar okusun istiyorsun. İlk kitabım Edebiyatın Haziran Mezarlığı’nı yayımladığımda 42 yaşındaydım. Onun öncesindeki beş yıl boyunca internette ve dergilerde edebi yazılar yazdım. O beş yıl boyunca kitabı yayımlama konusunda hep ürkek davrandım. Beni başta Orhan Haşim Elmalı ağabeyimiz olmak üzere bu konuda cesaretlendirenler oldu. Bunun üzerine internette ve dergilerde yayımlanan edebiyata dair yazılardan oluşan “Edebiyatın Haziran Mezarlığı” adlı ilk kitabımı yayımladım. Bir sahne gösterisi yazdım, kitaptan uyarlamaydı. “Şimdi Uzaklardasın” adlı kitabımı yayımladım. Kitabın roman karakterlerini de çağırarak Manisa’da bir imza günü düzenledim. İsmi aşk çağrışımı yapsa da bir dostluk öyküsüdür. Öğretmenlik yıllarımdan hala görüştüğüm bir aileyi konu almaktadır. Kitabı vefa borcu duyduğum şuan hayatta olmayan bir arkadaşıma ithaf ettim. ”Potkal” adlı bir öykü kitabı çıkardım. Sonra da “Edebiyatın Kırklar Kulübü” adlı kitap ile edebiyatın kırklı yaşlardaki ölümsüz yazarlarını anlattım. Daha sonra “Flanör” adlı kitabım yayımlandı. Son olarak da “Bir Haziran Sabahı” romanını yayımladım. İlk kitabım 2016 yılında yayımlanmıştı. Dokuz yılda altı kitap yayımlanmış. Yani birikti birikti ondan sonra bir yazma arzusu başladı. Bir yerden yazmaya başlamak gerekiyor. Hakan Günday’ın bununla ilgili “Yazmaya oturun ve yazmaya başlayın. İlk cümleyi yazın. Eğer ne yazacağınızı bilmiyorsanız ilk cümle ‘Ne yazacağımı bilmiyorum’ olsun. Sonra ikinci üçüncü cümleniz ardından gelecektir.” cümleleri ile okurlarını yazmaya teşvik etmiştir.
“Çünkü bir romanın içindeymiş gibi hissediyordu kendini.” Hayatı bir romanın içindeymiş gibi yaşamak kulağa hoş geliyor. Belki bir parça romantik olduğumdan ben de öyle yaşamayı sevenlerdenim. Hayat için, hepimizin önünde bir kağıt kalem var, diyebilir miyiz? Yoksa önceden kurgulanmış birer karakter olarak mı var oluyoruz?
Hikayeyi yazan kişi de olabiliriz bir hikayenin karakteri de olabiliriz. Romanın içinde olmak dediniz bu roman aslında tam da öyle; yazarken yaşanan, yaşanırken yazılan bir roman… Yani Sevgi bir yandan anı yaşarken bir yandan da zihninde bunu yazabilir miyim? diye kurguluyor. Sevgi kendisini bir romanın içindeymiş gibi hissediyor. Dolasıyla biz aslında Sevgi’nin yazdığı romanı okuyoruz. Burada bir üst kurmaca yapısı söz konusudur. Sevgi hem hikayenin karakteri hem anlatıcısıdır. Bu yüzden roman şu cümle ile başlar: “Bu anın bir roman başlangıcı olmasını isterdim.” ve yine buna benzeyen bir cümle ile son bulur. Buna benzeyen roman örnekleri edebiyatta vardır. İspanyol Edebiyatından Unamuno’yu buna örnek olarak verebiliriz. Unamuno’nun Sis adlı romanında ana karakter kendisini bir hikayenin içinde hisseder. Kendisinin bir roman karakteri olduğunu düşünür ve yazarın kapısını çalar. Bu tarz kurmacaları seviyorum. Yani hikayenin içinde miyiz, dışında mı? İkisi de olabilir.
Bir Haziran Sabahı romanında hem 90lı yılların hem kapantı yıllarının Manisa’sında Sevgi karakterinin gözünden kenti dolaşabiliyoruz. Kentin tarihi, sosyal ve kültürel yaşantısında kendimizi buluyoruz. Bir Manisalı olarak 90lardan bugüne zamanın akışını ve beraberinde getirdiği kentin değişimini sizden dinleyelim.
Şehirlerin romanlarda karakter olarak yer almasını çok önemsiyorum. Kendim de o tip kitaplar okumayı seviyorum. Örneğin Kafka sayesinde Prag’ı biliyoruz. İlk kitabım olan “Şimdi Uzaklarsın” adlı romanım Bursa’da, diğer iki romanım da Manisa’da geçiyor. Özellikle burada da doğup büyüdüğüm için otuz yıl önceki Manisa’daki mekanları birebir vermek istedim. Örneğin Emekliler Parkı, Fatih Parkı, Evran Plak, Çınar Kafe, Bonjour Kafe, Kafe Tilla, Cem Kafe, Haduva Pastanesi, Foto Nil, Arma Otel gibi mekan ve işletmecilerin isimlerinin gerçek isimlerini romanda kullandım. Onlar çünkü roman karakterlerinden ziyade benim gözümde romanın konuklarıydı. Böylece romanı okuyanlar otuz yıl önceki Manisa’da mekan isimlerini öğrenebilecekti. Yer adları okurun çok daha romanın içine girmesini sağlıyor. Ben bunu Flanör romanımda da yazmıştım. Fakat yerel kalmak gibi bir endişem de vardı. Manisa’da yaşamayan okurların dönüşlerini merak ettim. Sonra okurlardan aldığım dönüşlere göre şu çıkarımı yaptım: Bu durum Manisa’da yaşayanlar için ayrı bir tat veriyor fakat dışarıda yaşayan insanlar için de Manisa konusunda bir merak uyandırıyor. Ayrıca yazarlar yaşadıkları yerlerden beslenirler. Manisa’da geçmişten bugüne çok şey değişti. Nüfus arttı, buna bağlı olarak kültürel yaşam değişti. Örneğin; Sevgi’nin beklediği okulun karşısında yer alan park 90lı yıllarda yoktu. Bu yüzden romanda parkın adını vermedim. Manisa’da nüfusun artması çeşitli sıkıntıları doğurdu. Trafik, yeni yerleşim yerlerinin oluşması gibi. Tüm dünyada karşılaştığımız kalabalığın içinde yabancılaşma sorunu Manisa’da da yaygınlaştı. Sevgi’de de bunu görebiliriz. Kendisinin tercih ettiği bir yalnızlık olsa da. Bu kadar büyüyen bir şehirde kültürel yapının geriye gittiğini gözlemliyorum dolayısıyla bu değişim benim için olumsuz. Gelinen noktada kitapçı sayısının azlığı şehrin okuma kültürünü ortaya koyuyor.
Bir kenti bizim için güzel yapan anılarımız, yaşadıklarımız, insanlarımız… Bir Haziran Sabahı romanı hayatın gündelik telaşı içinde kaybolmuşken unuttuğumuz bu güzellikleri anımsatıyor. Üç saatlik bir sürede kentin bir köşesinde oturup düşünürken bizi zamanda bir yolculuğa çıkarıyor. Yazarken sizi hangi anılara ve insanlara götürdü Bir Haziran Sabahı?
Kitabın adı o bekleyişin dinginliğiyle ilgili ipucu veriyor. Nazım Hikmet’in Saman Sarısı şiiri vardır: İki şey ancak ölünce unutulur / Şehrimizin yüzü ile anamızın yüzü. Çok güzel, etkileyici dizelerdir. Şehir her zaman yaşar insanda. Dolayısıyla otuz yıl önceki Manisa’yı düşünürken hiç zorlanmadım. Bütün her şey gözümün önündeydi. Bütün mekanlar, caddeler dolayısıyla anılar da... Romanı yazarken hep lise anılarım gözümün önüne geldi. Yunus Emre piyesini lisedeyken 1991 yılında gerçekten oynadık. Ben de piyeste görev almıştım. Hikaye tamamen kurmaca fakat zaman ve mekan olarak benim hayatımla örtüşen yerleri var.
Romanda kentin dekorunu oluştururken kullandığınız yeradlarından söz edelim biraz da. Bir yeradbilimci olarak yeradlarının kentin yaşayan hafızası olduğunu okuyucularımıza hatırlatmak isterim. Esere yeradbilim açısından baktığımızda kentin önemli yeradlarının eserde yer aldığını ve bu yeradlarının okuyucuya gerçekliği çağrıştıran bir kuğuyu tadımlama keyfi sunduğunu söyleyebiliriz. Sevgi bizim aramızda, bizden biri ve bu kentin parklarında, sokaklarında belki yanımızda yürüyor… Her yeradının onun için yaşamsal bir anlamı var. Romana mekan olarak kentimizi seçmenizin; okurlarınızı bu kentin sokaklarında, parklarında satır satır gezdirmenizin nedenini merak ediyorum? Bu kentin sizin için anlamı nedir?
Bu şehirde doğup büyüdüm. Köklerine bağlı bir yazarım. Buranın bir parçası olarak hissediyorum kendimi. Bir yazarın güzel bir sözü var: İnsanlar ağaç gibidir. Bir süre kaldıktan sonra kök salarız oraya, gitmek de artık zorlaşır. Bu kadar parçası olduğum bir şehrin, bence edebi ürünlere de malzeme olacak çok şeyi var. Dolayısıyla bunu içten bir şekilde yapıyorum, yaşatmak istiyorum ve yazdıklarımı kent hafızasına hediye ediyorum. 2021 Manisa’sında Kültür Sitesi’nin, Kitapsaray’ın nerede olduğunu yazıyorum çünkü belki de otuz yıl sonra bu yerler olmayacak. Bu anlamda da bir iz bırakmak gibi bir derdim var.