Bir kütüphane hayal edin: İçinde sadece basılmamış kitaplar var. Daha doğru bir deyişle basılamamış kitaplar..

Yayınevlerine gönderilmiş, hiçbirinden kabul görmemiş, basılmaya değer görülmeyerek reddedilmiş kitaplar. Yazarları da reddedilmiş kitaplarını gelip bu kütüphaneye bağışlamışlar.

Tabii dolayısıyla bu kütüphanedeki kitaplar, matbaadan çıkmış gibi ciltli, karton kapaklı falan değil. Kitapların hepsi birer dosya halinde yer alıyor raflarda.

Kimi el yazısıyla, kimi daktiloyla yazılmış, kimi bilgisayarda yazılıp çıktı alınmış, kırtasiye dükkanlarında her çeşidi bulunabilecek sıradan dosyalara konmuş halde tuhaf kütüphanemizin ahşap kitaplıklarında yalnız ve hüzünlü bir biçimde yan yana duruyorlar.

Her renkten dosya var: beyaz, siyah, sarı, gri.. En çok gri… Belirsizliğin, çaresiz bekleyişin grisi..

Her türden yazılmış kitaplar bunlar: Roman, öykü, şiir, deneme, anı, günlük, mektup, destan, masal, biyografi, yemek kitabı, ev aletlerini onarım rehberi, çocuk büyütmenin püf noktaları, bahçe bakımı el kitabı…

Kimi ünlü yazarların ilk kitaplarının nasıl reddedildiğiyle ilgili çok şey okumuşuzdur. Edebiyat tarihi böyle pek çok olayla doludur. Yayınevleri tarafından incelenmeye bile değer görülmeyen bazı eserlerin yazarları daha sonra tüm dünyanın tanıdığı isimler olmuştur. Jack London, Edgar Allen Poe ilk aklıma gelenler. Charles Dickens’la tanışması Poe’nun edebi yaşamını değiştirmiştir. Mark Twain, yazmaktan vazgeçseydi ömrünü bir gemici olarak sürdürecekti.

Tutunamayanlar roman dosyası TRT Roman Ödülü almasına rağmen Oğuz Atay romanını basacak yayınevi bulamadı. Sinan Yayınları’nın sahibi Hayati Asılyazıcı romanın kıymetini görüp ticari riske girerek basmasaydı, Tutunamayanlar da hayalini kurduğumuz tuhaf kütüphanenin bir parçası olacaktı. Üstelik bildiğiniz gibi Tutunamayanlar basıldı ama çok az satıldı. Yazılışından 14 yıl sonra İletişim Yayınları tarafından yeniden basılınca ünlendi. Türk edebiyatının en önemli eserlerinden biri olarak kabul edildi. Tabii Oğuz Atay ne yazık ki bunu göremeden genç yaşta aramızdan ayrıldı.

Düşünsenize, adını saydığım yazarlar gibi ne çok yazar vardır, şahane eserler yazmışlar ama kimsenin dikkatini çekmemiş, basılmamış, bilinmemiş, unutulup gitmişler. Böyle bir kütüphanede kim bilir ne kıymetli romanlara, ne özgün öykülere rastlayabilirdik.

Tabii günümüz modern dünyasında böyle bir kütüphane fikri bir hayalden öteye geçemez. Öncelikle her şey gibi edebiyatın, yayın dünyasının da endüstrileştiği, ticaretin sanatın önüne geçtiği, manevi şeyler dışında hemen her şeyin parayla satın alınabildiği bir dünyada yaşıyoruz. Bu dünyada “reddedilmiş kitap” diye bir şeyden söz edemeyiz. Paranız varsa istediğiniz kitabı bastırabilirsiniz! Yazar olarak niteliğiniz, yazdıklarınızın değeri ikinci üçüncü önemdedir. Sadece kitabınızın basılması değil edebiyat dünyasında yer edinmek gibi bir hedefiniz mi var, merak etmeyin onun da biricik yolu nitelikten geçmiyor. Türk edebiyatında önce kimin yazdığına değil ne yazıldığına bakılma anlayışı terk edileli uzun yıllar oldu.

Neyse…

Biz Reddedilmiş Kitaplar Kütüphanesi’ne dönelim. Bu fikri kendim bulmuş değilim. Bir filmde gördüm. Filmi çok beğendim. Herkese özellikle de edebiyat tutkunlarına önermek istiyorum. Konusu bir şekilde edebiyattan geçen, yazarları, kitapları konu alan filmleri çok seviyorum. Daha önce Pelin Esmer’in İşe Yarar Bir Şey adlı filmiyle ilgili yazmıştım. Şiirle örülmüş şahane bir film. Yine hemen aklıma gelen Woody Allen’ın Midnigt in Paris filmi birçok dev yazarın arzıendam ettiği keyifli bir yapım.

Şimdi önereceğim film ise 2019 yapımı bir Fransız filmi: Henri Pick’in Gizemi. Edebiyatla harmanlanmış bir dedektiflik öyküsü. Mizah unsurlarıyla bezenmiş, merak uyandırıcı, aynı zamanda yazarlık, yayıncılık üzerine düşündürücü bir film.

Fransa’nın Bretonya bölgesinde Reddedilmiş Kitaplar Kütüphanesi adında bir kütüphane vardır. Kütüphanede yüz yıl öncesine kadar uzanan bir zaman diliminde, yayınevleri tarafından reddedilmiş, basılmamış kitaplar dosyalar halinde bulunmaktadır. Dosyaların çoğu da umudu tükenmiş yazarlar tarafından kütüphaneye bırakılmıştır. Genç bir editör bu kütüphanede olağanüstü bir eser bulur ve hemen yayınevine sunarak yayınlatır. Roman kısa sürede çok satanlar arasına girer (Romanın adı öyle hoşuma gitti ki, bir roman yazarı olarak nasıl benim aklıma gelmedi diye çok hayıflandım: Bir Aşk Hikâyesi’nin Son Saatleri).

Roman Puşkin’in düelloda yaralanmasını fon olarak kullanarak bir aşk öyküsü anlatmaktadır (Bir parantez daha açayım; aslında gerçekte böyle bir roman olmadığına göre bu isimde bir roman yazmam hırsızlık olmaz değil mi? Son derece masum bir öykünme bence. Sonuçta biliyorsunuz, yazarların büyük çoğunluğu alıntı bile yapsa eleştirilebiliyor, ama ‘dev’ bir yazar paragraf paragraf bunu yapsa bile “metinlerarasılık” oluyor! Sırf bu yüzden postmodernizm diye bir akım icat edildi!

Şaka bir yana bu roman adını görünce filmin de bir yazarın romanından uyarlama olabileceğini düşündüm, yanılmamışım: Film Fransız yazar David Foenkinos’un aynı adlı romanından uyarlanmış. Yazarın dilimize çevrilmiş kitapları var ama bu kitabına rastlayamadım).

Kütüphanede bulunan bu roman çok satanlar arasına girer ama şöyle bir durum ortaya çıkar: Kitabın yazarı araştırılınca görülür ki, romanı yazan Henri Pick iki yıl önce ölmüş bir pizza ustasıdır.

Henri Pick’in dul eşi, evlilikleri boyunca kocasının herhangi bir şey yazdığını görmediğini söyler. Ünlü bir edebiyat eleştirmeni ortada bir sahtekarlık olduğundan şüphelenir ve kütüphanenin olduğu yere giderek araştırma yapmaya başlar. O andan itibaren de film bir dedektiflik öyküsüne dönüşür.

İzleyicide katilin değil yazarın kim olduğunu düşündürten bir polisiye..

Öte yandan edebiyat dünyasının çıkarcı tarafını gösteren, yazarlık üzerine akla soru işaretleri bırakan, bir pizzacıdan yazar olur mu, kim yazar olabilir, kim olamaz, sorularını sordurtan, oldukça keyifli bir film.

Beni en çok etkileyen de yazının başlığı yaptığım Reddedilmiş Kitaplar Kütüphanesi oldu. Gerçekte böyle bir kütüphane olsaydı ben kesinlikle gediklisi olurdum.

[email protected]