SEVDİĞİM ROMAN BAŞLANGIÇLARI

Bir süre önce bir kitap kulübünün toplantısına katıldım. Aylık okuma kitabı olarak son yayımlanan romanım Bir Haziran Sabahı’nı seçmişler, okuduktan sonra kitap hakkında konuşacakları toplantıya beni de davet etmişlerdi.

Bugüne kadar katıldığım en keyifli yazar-okur buluşmalarından biriydi. Zaten hep söylerim, yazarlığın bana en büyük kazanımı yeni dostlar edinmek oldu. Daha önce tanışmadığım, tanımadığım her yaş grubu ve meslekten aydınlık, samimi, donanımlı, açık görüşlü, pırıl pırıl otuz kadar edebiyatseverle kitabımı, okurluğu, yazarlığı, edebiyatı konuştuk.

Toplantının yönlendiricisi, Bir Haziran Sabahı ile ilgili sohbeti başlatırken romanın ilk cümlesini okudu: “Bu ânın bir roman başlangıcı olmasını isterdim.”

Sonrasında roman başlangıçları, romanların açılış cümleleri üzerine konuştuk.

Romanların giriş cümleleri benim için hep önemli olmuştur. İlk cümle bir işarettir. Nasıl bir dünyaya adım attığımızla ilgili biz okurlara bir ipucu verir. Hem romanın kurgusu hem de yazarın üslubuna ışık tutan bir fener gibidir roman başlangıçları. Romanların ilk cümleleri, girişte bizi karşılama biçimleri, çıkacağımız edebiyat yolculuğunda bir pusula görevi de görebilir.

O toplantıda sevdiğim birkaç roman başlangıcını söylemiştim. Bu yazıda, daha önce de dile getirdiğim, yazdığım, arkadaş sohbetlerinde bahsettiğim kimi roman başlangıçlarını, eklemeler de yaparak paylaşmak istiyorum.

Yazarların önemli bir bölümü romanlarını yazarken ilk cümleyi çok önemser. Orhan Pamuk bunlardan biridir. Yeni Hayat romanının çok satmasının en önemli nedeni bence ilk cümlesiydi: “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.”

Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi’nin ilk cümlesi de çarpıcıdır: “Hayatımın en mutlu ânıymış, bilmiyordum.” Gerçi bu romanın son cümlesi de dikkat çekicidir: “Herkes bilsin, çok mutlu bir hayat yaşadım.”

Orhan Pamuk’un bütün romanlarını okumama rağmen Sessiz Ev romanı kadar beni etkileyeni olmadığını da yeri gelmişken belirtmiş olayım.

Şahane bir giriş cümlesi o romanın iyi olduğunun kanıtı değildir elbette. Ama iyi romanlar genelde etkileyici bir açılışla başlar.

Kimi yazarlar ilk cümle için günlerce, bazen aylarca düşünür; olay örgüsü zihinlerinde tamamıyla hazır olmasına rağmen kendilerini tatmin edecek o ilk cümleyi bulmadan yazmaya başlayamazlar.

İngiliz edebiyatının başyapıtlarından Tristram Sandy’nin yazarı Laurence Sterne, romanın bir yerinde anlatıcının sesiyle şunu söyler bize:

“Bugün dünya yüzünde bir kitaba başlamak için bilinen birkaç yol vardır ve ben kendi seçtiğim yolun bunlardan en iyisi olduğuna eminim. (…) Ben işe ilk cümleyi yazmakla başlar ve ikincisini Kadir Tanrı’nın yol göstericiliğine bırakırım.”

Sterne’den 250 yıl sonra birçok yazarın benzer bir yazma ritüeline sahip olduğuna eminim.

Hakan Günday’ın dediği gibi, “yazmanın sırrı herhalde yazmaktan başka bir şey değil.”

En sevdiğim yazarlardan biri olan Hakan Günday, bir metni ‘yazmaya başlamakla’ ilgili benim de tamamen katıldığım ve söyleşilerde bu tür sorularla karşılaştığımda kendisinden ödünç alarak kullandığım şu öneriyi sunuyor:

“Yazacak hiçbir şey bulamıyorsanız, yazacak bir şey bulamayışınızı yazmanız gerekiyor. ‘Neden şu an hiçbir şey yazamıyorum? Yazacak bir şeyler buluyor olmam lâzım çünkü bir şeyler yaşadım ben de!’ diye düşünerek ilk paragrafı yazabilirsiniz.”

Hakan Günday’ın giriş cümleleri en etkili olan romanı Azil diyebiliriz herhalde. Azil şöyle başlar:

“Bu cümle, yazmayı öğrendiğimin kanıtıdır. Bu cümleyse, okumaya devam ettiğinin kanıtı. Birlikte, iki kanıtı olan bir suç işleyeceğiz.”

Yusuf Atılgan sevdiğim yazarlar listesinin en tepesinde yer alan isimlerden biri. Kitapları ve yaşamı üzerine çok sayıda yazı yazdım, araştırma yaptım. Yusuf Atılgan yazdığı her cümlenin titizlikle üzerinde duran bir yazar. Az eser vermesinin sebeplerinden biri de bu zaten. Bitiremediği Canistan’ı da sayarsak üç romanı var. Aylak Adam’ın başlangıcı ezberimde olan roman girişlerinden biridir:

“Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi.”

Görüldüğü gibi daha ilk cümlede okurun merak duygusunu harekete geçiriyor.

Yusuf Atılgan genellikle kısa cümleleri tercih etmesine rağmen Anayurt Oteli romanında görece uzun bir cümleyle başlayarak doğrudan bizi nasıl bir dünyanın içine çekeceği ile ilgili bilgi veriyor:

“İstasyona yakın Anayurt otelinin katibi Zebercet üç gün önce perşembe gecesi gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının o gece kaldığı odaya girdi, kapıyı kilitledi, anahtarı cebine koydu.”

Bu girişle bize hem hikâyenin geçeceği yeri, hem zamanı, hem ana karakteri tanıtıyor.

Anayurt Oteli’ne benzer bir başlangıç yine çok sevdiğim, Türk edebiyatının başyapıtlarından Sevgili Arsız Ölüm’de var. Latife Tekin romana şöyle başlıyor:

“Huvat Aktaş’ın bir gündüz, bir gece süren yolculuğu bir öğle vakti Alacüvek köyü ağılının başında son buldu. Bu kez masmavi bir otobüsle çıkagelmişti köye. Otobüs yol boyunca epeyce toz yutmuştu ama yine de güneşin kızgın ışıkları altında ayna gibi parlıyordu. Köylüler hayatlarında ilk kez gördükleri bu garip şey karşısında ilkin dehşetle irkildiler.”

Burada da yazar bizi doğrudan romanın dünyasına alıveriyor. Sevgili Arsız Ölüm öyle muhteşem bir roman ki, bir çırpıda okuma isteği yarattığı gibi yaklaşık 250 sayfalık romanın yazar tarafından sanki bir oturuşta yazıldığı hissini uyandırıyor okurda. Sohbet etme olanağı bulduğum Latife Tekin’e bu hissimi söylediğimde gülümseyerek şöyle demişti: “Hemen hemen öyle oldu zaten.”

Yine sohbetinden büyük keyif aldığım, iyi ki tanışmışım dediğim yazarlarımızdan sevgili İlhami Algör, romanın girişinden önce ismiyle de çeker okuru. Bir ara ‘kendi gibi adı da güzel kitaplar’ diye bir liste yapmaya başlamıştım. O listeye yazdığım ilk kitaplardan biri İlhami ağabeyin adı gibi kendi de şahane olan romanıydı: Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku. Roman şu cümlelerle başlar:

“Tütünümü, anahtarımı aldım, evden tam çıkıyorum, bir şeyin eksik olduğunu, eksik olanın ruhum olduğunu fark ettim. Önemsemedim.”

Çok sevdiğim yazarlardan biri de Kemal Varol. Âşıklar Bayramı adlı romanı sinemaya da uyarlanmıştı. Onun devamı niteliğindeki Babamın Bağlaması isimli romanını da çok sevmiştim. Son çıkan romanı Onu Sevdiğim Zamanlar (ne güzel bir roman adı), adını andığım iki romanından farklı olarak uzun bir cümleyle, tek cümleden oluşan bir paragrafla başlar. O uzun cümlede yazar, bizi nasıl bir hikâyenin beklediği, çıkacağımız edebiyat yolculuğuyla ilgili ip uçları verir:

“Onunla ilk kez, Paris’in otuz kilometre kuzeydoğusunda, Boulevard Peripherique çevre yolunun hemen yanı başındaki Geri Gönderme Merkezi’nde karşılaştığımda ömrünü nasıl bir zamanın içinde tükettiğini, ülkesinden, doğduğu topraklardan niye kaçtığını, o uzun ve meşakkatli yollarda başına neler geldiğini, Fransa’ya kadar nasıl ulaştığını, derdinin aslında ne olduğunu, bir gün her şeyi arkasında bırakıp sessizce yola çıktığında bana neden kırık dökük bir hikâye bırakacağını henüz bimiyordum.”

Adalet Ağaoğlu’nun Bir Düğün Gecesi adlı romanı Dar Zamanlar adlı üçlemenin ikinci kitabıdır. Ölmeye Yatmak romanının devamı olarak kurgulanmıştır. Bir Düğün Gecesi bence Türk edebiyatının en güzel açılış cümlelerinden birine sahiptir: “İntihar etmeyeceksek içelim bari!”

Böyle tek cümlelik etkili girişler de çok hoşuma gidiyor. Örneğin Melih Cevdet Anday’ın Raziye romanı şöyle başlıyor:

“Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer.”

Ne kadar vurucu değil mi? Okuru daha ilk cümlede avucunun içine alıyor. İnsan beyni bu cümleyi algıladıktan hemen sonra kalbinde de tatlı bir esinti hissediyor sanki.

Murat Uyurkulak’ın Tol romanındaki ilk cümle de etkileyici bence:

“Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi.”

Ya şu cümlenin güzelliğine ne demeli: “Adaçayının kışı lavantanın kollarında geçirdiği yıldı.”

Bu giriş cümlesi Şükran Yiğit’in Bir Kış Yolculuğu adlı romanından. Şükran Yiğit’in diğer romanları da şahanedir: Ankara, Mon Amour. Çatıkatı Âşıkları. Burası Radyo Şarampol.

Çatıkatı Âşıkları’nda, kitap ve okurun tanışması ile ilgili öyle güzel bir bölüm var ki, buraya almadan edemeyeceğim:

“Nasıl, aşk geldiğinde hiç tereddüt etmeden bize yaklaşır ve arkamızdan seslenirse, güzel bir roman da tıpkı aşk gibi gerçek okurunu ilk bakışta gözlerinden tanır. Görür görmez ‘İşte o!’ der içinden, ‘nihayet geldi!’ Yüreği küt küt atarak diğer kitapların arasından, onları incitip hırpalamadan, ama gözlerindeki mağduriyetten de hiçbir şey kaybetmeden usulca uzatır başını okura doğru. Ona dokunmasına, onun, yaşadığı serüveni, içinde taşıdığı hayatı ellerinin arasında hissetmesine izin verir. O ilk dokunuş anında, kendisi farkında olmasa da ürkektir okurun elleri, ama gözlerinde sahici bir parıltıyla ‘İzninizle,’ der kitaba, ‘izninizle.’ Böylece kitap ve okur sessizce tanışırlar.” (İletişim Yayınları)

Şükran Yiğit, roman okumayı seven herkesin okumasını istediğim yazarlardan biri.

Barış Bıçakçı da çok sevdiğim yazarlardan biridir. Ne anlattığından çok nasıl anlattığı beni etkilemiştir. Türkçesi durudur, tertemiz bir su gibidir cümleleri. Bizim Büyük Çaresizliğimiz romanı şöyle başlar:

“Her şeyin geçip gittiğine, yaşadıklarımızın geçmişte kaldığına kim inandırabilir bizi? Anılarımızı avuç dolusu su gibi her sabah yüzümüze çarpmanın işe yaramayacağına kim inandırabilir?”

Dünya edebiyatına göz attığımızda ise en meşhur başlangıcın Kafka’ya ait olduğunu görürüz. Dönüşüm’ün giriş cümlesi kitabı okumayanlar için bile tanıdıktır:

“Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.” (Çeviri: Ahmet Cemal)

Ben Anna Karenina’nın başlangıcını çok severim. Tolstoy’un cümleleri hem eşsiz, hem ölümsüzdür:

“Mutlu aileler birbirlerine benzerler. Her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.” (Çeviri: Ergin Altay)

Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi de unutulmaz bir girişe sahiptir:

“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, Aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu…” (Çeviri: Meram Arvas)

George Orwell’ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört romanının başlangıcı da ezberimde olanlar arasında:

“Pırıl pırıl, soğuk bir nisan günüydü; saatler on üçü vuruyordu.” (Çeviri: Celal Üster)

Albert Camus’yü ve Yabancı romanının girişini anmadan olmaz tabii ki:

“Bugün annem öldü. Belki de dün, bilmiyorum.” (Çeviri: Semih Tiryakioğlu)

Ölüm kavramını anınca hemen aklıma Saramago geldi. Çok severim Saramago’yu, tüm eserlerini okudum. En ünlü eseri Körlük ama en çarpıcı giriş Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş adlı romanında. Kısacık ama çarpıcı bir cümleyle başlıyor roman: “Ertesi gün hiç kimse ölmedi.”

Kimsenin ölmediği bir dünyayı resmediyor yazar. O eşsiz üslubuyla bizi bambaşka bir dünyaya götürüyor. Kitabı ilginç kılan şeylerden biri de şu: Kitabın son cümlesi ilk cümlesiyle aynı:

“Ertesi gün hiç kimse ölmedi.” (Çeviri: Mehmet Necati Kutlu)

(İlk cümle / son cümle deyince kısa süreliğine Türk edebiyatına dönüyorum yeniden: Yaşar Kemal’in Demirciler Çarşısı Cinayeti’nin de ilk cümlesiyle son cümlesi aynıdır: “O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler çekip gittiler.”)

Gabriel Garcia Marquez’in “duygularımı yenerek yazabildiğim en iyi romanım” dediği Kırmızı Pazartesi, herkesin işleneceğini bildiği ama kimsenin engel olmadığı bir cinayeti anlatır. Roman şöyle başlar:

“Santiago Nasar, öldürüleceği gün, piskoposun geldiği vapuru beklemek için sabah saat beş buçukta kalkmıştı.” (Çeviri: Faik Baysal)

2021 yılında Nobel ödülü alan Fransız yazar Annie Ernaux da beğenerek okuduğum yazarlardan. Seneler romanının ilk cümlesi beni epey düşündürmüştü:

“Bütün görüntüler yok olup gidecek.” (Çeviri: Siren İdemen)

Benim gibi kitapların olmadığı bir dünya düşünemiyorsanız, kitapları sadece okumak için değil birlikte yaşamak için satın alıyorsanız, henüz okumadıysanız şahane bir kitap önereceğim:

Kâğıt Ev. Carlos Maria Dominguez. Jaguar Kitap. Çeviren. Seda Ersavcı.

Kitap tutkusunun boyutlarını şahane bir hikâyeyle anlatan bu kısacık kitap şöyle başlıyor:

“1998 ilkbaharında Bluma Lennon, Soho’daki bir kitapçıdan Emily Dickinson’ın Şiirler’inin eski bir baskısını aldı ve ilk köşe başında, tam da ikinci şiiri okumaya başladığında bir arabanın altında kaldı.”

Sanırım kararlılıkla müdahalede bulunmazsam bu yazıyı bitiremeyeceğim. Çünkü bir kitaptan söz ederken bir başkası aklıma geliyor. Zihnimde ilk cümleler, yazar ve roman isimleri uçuşup duruyor. Yazıyı burada noktalamak en iyisi. Şahane girişleri olan diğer romanları da yazının altına siz yazabilirsiniz.

Madem yazıya Bir Haziran Sabahı romanımın ilk cümlesiyle başladık, diğer iki romanımın giriş cümleleriyle bitirelim.

Adı bir aşk romanı çağrışımı yapsa da aslında bir dostluk öyküsü anlattığım ilk romanım Şimdi Uzaklardasın bir cenaze sahnesiyle açılıyor:

“Köy meydanından mezarlığa uzanan yol, derin bir sessizlik içindeydi. Toprak yolda ilerlerken toz kaldıran yüzlerce ayaktan çıkan kahverengi sesler, o koyu sessizliği bölmek şöyle dursun, daha da derinleştiriyor, perçinliyor, kökleştiriyordu.”

Bir Haziran Sabahı’ndan önceki romanım Flanör ise kısa bir cümleyle açılıyor:

“Aşk doğru insana yanlış zamanda rastlamaktır.”